Tenebron - Bölüm 17 - (AVCI YILDIRIM’IN RAPORU)

Karargahın genel havası son derece hareketli bir hal almıştı. Ardı ardına bir aşağı bir yukarı koşuşturan düşük rütbeli askerler, kucaklarında anlaşılmaz şeyler taşıyorlardı. Bir kasa, uzun ve ince yapıda ancak 20 santim genişliğinde aletler, bir takım çuvallar ve hayvan kafesleri… 



Gözlerini kalabalığın koşturmacasına çevirmiş hiçbir şey yapmadan öylece bakan Kelebir, hiç bu kadar çok askeri yan yana görmemişti. Görevler, talimler ve çalışmalar genellikle küçük yapıda bölüklerden oluşurdu. G garnizonunda ise bu bölükler 16 askerden ibaretti. Şimdi gözünün gördüğü her yerde koşuşturan adamalar onu huzursuz ediyordu. Disiplinsizlik, kargaşa! Yani bir tehdit gibi…


Bileğindeki metal aparat bir an için parladı. Alet açık sarı bir ışıkla aniden ısındı. Hemen harekete geçen Kelebir, bir yandan önündeki hengameye bakıyor bir yandan da efendisinin odasına doğru hızlı adımlarla gidiyordu. Ondan istenenleri yapmış ancak dışardaki kargaşa onu bir süreliğine alıkoymuştu. Bir sorun yoktu. Ama var gibiydi de… “keşke hemen bitse” diye geçirdi içinden.


Sonra Komutan Tarmon’un odasına gelerek kapıyı anlaşılmaz bir tıkırtıyla çaldı.  


Çayir ile ayaküstü yaptığı sohbet sonrasında hemen odasına dönen Tarmon, öfkeden köpürmüş bir halde önündeki kâğıtları inceliyordu. Haşin bir sesle “Gel!” diyerek başını hızla kaldırdı. 


Efendisine dikkat kesilen Kelebir, elindeki 3 ayrı tomar haline getirilmiş kâğıtları Tarmon’un önüne itina ile yerleştirdi. Yüzünün bir bölümü görünüyordu. Nefesi ise ağırlaşmıştı. Deminki kargaşadan kurtulduğuna seviniyordu. Tabi biraz agresif bir sessizlikti bu ama olsun! Yeni gelenlerle birlikte genel atmosferin anlaşılmazlığıyla baş etmek zordu. Ama Kelebir’in en büyük korkusu yalnızca bu değil arkada bırakılma endişesiydi de. F’den gelenler etkileyiciydi ama kimse daha onun numaralarını bilmiyordu. Göğsünü öne çıkardı. Başını dikleştirdi. Bu gurur verici bir ayrıcalıktı. “Acaba onu ne zaman kullanmama izin verilecek?” diye geçirdi içinden. 


“Son durum nedir?” Diyerek Kelebir’e bakan Tarmon, önündeki kâğıtta yazan bilgilere gömüldükçe tek kaşı havaya kalktı. Bu satırları ilk Markim okumuştu şüphesiz. “Şimdi neden fikrimi duymak istiyor?” Diye aklından geçirdi. Düşman karargahına sızmış bir izcinin raporunu elinde tutuyordu. 


Rapordan çok bir mektuba benziyordu. Yazılanlara gömülmeden önce Markim’in ayrık duran el yazısını hemen tanıdı. 


Şunlar yazıyordu: 


“Bu izci Yıldırım’ın üst komutan Anel’e yolladığı rapor, okuduktan sonra düşüncelerini dinlemek isterim. Harekattan hemen önce yani yarın sabah Karar Masası toplanacak. Orada olmalısın. Yarın gece hareket edeceğiz.


Markim Darencir…”


Hayretle gözleri irileşen Tarmon, derhal mektubu okumaya koyuldu: 


***


(PARANTEZ BÖLÜM - SİNEMATİK SAHNE)


(BİLİNEMYENE YOLCULUK)


“Avcı Raporu


F Garnizonu AS Komutan Yüzbaşı Anel İllumium’a, 


Komutanım, planlandığı gibi her şey hazır ve raporlandı. Şimdi size karargah ve özel ajandada yaşananları birebir aktarıyorum:


Tamamen siyahlara büründüğüm görev gününde gece vakti hiç vakit kaybetmeden yola koyularak, hızıyla da bilinen bir Ong’a bindim. Klasik bir atı andırsa da ondan daha ince yapılı, uzun bacaklı ve oldukça tüylü bir hayvandı. Yeleleri rüzgarda uçuşan bir sisi andırıyordu. Bir hayalet gibi ilerlerken tek bir çıtırdı dahi çıkarmıyordu. Önüm ay ışığıyla bezenmişti. Kara çalılık arazi ise dikenli teller gibi uzayıp gidiyordu. Kara küheylanım da kah üstünden atlıyor, kah  sert bir dönüş alarak ilerliyordu. 


Bölgede de tam bir sessizlik hakimdi. Ancak bu bana biraz tuhaf geldi. Ne bir kuş ne de gece yaratıkları… sanki orada hiç yokmuş gibi! Kendi kalp atışımı duyabiliyordum. Hızlı ve tutarlıydı. İlerlemeye devam ettikçe üzerimde bir gölgenin izini hissetmeye başladım. Zaman ve mekan sanki her adımda uzaklaşıyormuş da hiçliğe atılıyormuşum gibi… bu beni yıldırmadı. Zira ne anlama geldiğini anlamıştım. Ama küheylanım huzursuzlanmaya, tuttuğu yolu daha bir isteksiz aşmaya başlamıştı. 


Tam da konuştuğumuz gibiydi. Bu olsa olsa bir İdrak Bekçisi’nin yayabileceği bir uğursuzluktu. İlk belirtiyi kavrar kavramaz derhal kemerimden deri bir kese çıkardım. Küheylanımın koşarken aldığı derin nefeslerle içine çekmesini sağladım. Hemen sakinleşti.  


Yoluma devam ederken önümde büyük bir karaltı belirmeye başladı. Bu andan itibaren yavaşladım. Zira ay en tepede ve büsbütündü. Görülmemek için boş alanlardan ziyade çalıları ve ağaç öbeklerini kullanıyordum. Bu açıdan arazi oldukça elverişliydi. 


Derken karaltı büyüdükçe büyüdü. Artık dev bir kaleye benzeyen surları seçmeye başlamıştım. Bu beni hayrete düşürdü. Zira böyle bir yapıyı inşa etmek yıllar alırdı. Şimdi ise yoktan bitivermiş gibiydi. Surların uzunluğunu hesapladım. 7 ile 10 metre arasında değişiyordu. Ama her türlü olasılığa hazırlıklıydım. 


Çalılık arazi kaleye yakınlaştıkça seyrekleşmeye başladı. Az daha ilerleyince kaleyi çevreleyen bir nehir gördüm. En fazla 10 metre genişliğindeydi. Çevreme bakındığımda yalnızca bir girişi varmış gibiydi. O da kara surun en tepesine kadar ulaşan kara kapıydı. Ömrümde öyle büyük bir kapı görmemiştim. O kalenin içinde ne vardı kim bilir! Küheylanı bir ağaç öbeğinin derinliklerinde bıraktım. Çağrılmadığı müddetçe bir yere kıpırdamazdı. Yanımda göğsüme bağladığım hafif deri bir çanta vardı. Onu güvenceye alır almaz sessiz ve hızlı adımlarla nehre doğru ilerledim. Ancak burada çok uzaktan geliyor olsa da insan sesleri vardı. Bir de araya karışan tuhaf, inleme benzeri çığlıklar geliyordu. 


İlk başta aklıma gelen şey birine işkence yapıldığı düşüncesi oldu. Ancak görmeden bilemezdim. İlerledim. Nehre iyice yaklaşarak küçük bir ağacın gövdesine sinmiş beklemeye başlamıştım ki bir ses duydum. Öyle yakından geliyordu ki bir an için görüldüğümü sandım. Ancak konuşmalara kulak kabarttığımda bir şey hakkında tartıştıklarını anladım. 


İlerde çalılık arazinin ortasında bir patika seçiliyordu. Kaygısızca ilerleyen 4 tuhaf şekil belirdi. Neye benzedikleri ay ışığı altında belirsizdi. Ortalama bir insandan biraz daha kısaydılar. Karmaşık ve alel acele bir yürüyüş tutturmuşlardı. İçlerinden biri hışımla bir diğerinin kafasına vurdu. 


“Aptallaşma, Şaca! Bak sana söylüyorum. Ulu kişi huzursuz. Malum kişiyi elinden kaçırdı diyorlar. Eee o kadın varya şu Belade miydi, Baluda mıydı?” Bir diğeri sabırsız bir ifadeyle tısladı “Belibe! Eee ne olmuş o küçük zihin kapana?” 


“Onu diyordum işte! Diyorlar ki önce ele geçirmiş sonra elinden kaçırmış. Bunu öğrenen Ulu kişi de küplere binmiş. Sonra küçük sıçanı cezalandırmış falan.” 


Diğer ikisi hayret dolu nidalar çıkarırken önümden geçtiler. Ancak giydikleri o paçavralar anlaşılmazdı.  


Konuştukları konu ise oldukça ilginç gelmişti. Ulu kişinin İdrak Bekçisi olduğu inancındaydım ama Belibe’de kim oluyordu? Daha fazla ayrıntı alabilir miyim diye bakındım ve onları yakından takip etmeye başladım. Fark ettirmeden usulca… 


Biraz daha ilerleyen grup bir anda ortadan kayboldu. Çevreye var gücümle bakınsam da bir şey göremiyordum. Derken bir yerden minik tok kapı sesi geldi. Sesin geldiği yöne körlemesine gitmeye başladım. Avcı formasının beni gizleyeceğini ummaktan başka çarem yoktu. Zira içeri girmek için daha iyi bir fırsat bulamayabilirdim. 


Önce ağaç gövdelerine sonra yere sinerek ilerledim. İçeri girmişlerse bile o kadar kısa sürede nasıl olup da suyu aşmayı başarmışlardı? Derken bir şey hissettim. Zihnimin içini dolduran yankı gibi bir şey! Oldukça yabancı ve nahoş bir histi. 


Bir şeye doğru yaklaşmakta olduğumu ya da o şeyin bana yaklaştığı inancı tüm bedenimi kaplarken derhal aurama sığındım. Bunun beni gizleyeceğine inanıyordum. Ancak geç kaldığımı hemen anladım. Zira anında “Gong” eden bir çan sesi duydum. Sonra aceleci ayak seslerinin gümbürtüsü tüm bölgeyi sarmaya başladı. Çok yakınımdan bir yerden “küt” diye bir kapı sesi geldi. Oldukça sık bir ağaç kümesiydi burası. Ellerinde ilk etapta meşale olduğunu sandığım şeylerle çıkmışlardı. 4 ağacın birleştiği bir noktada gizleniyordum. Auramı harekete geçirmiştim. Beni hissedemezlerdi. Paçavralar içinde salkım saçak formalarla koşuşturmaya başlayan insanlar karanlığa doğru seyirttiler. Ancak çevreye eğitimli olduğunu düşündüğüm askerleri de konuşladırmaya başladılar. Biraz ilerlediğimde kuytuda duran alt geçidi andıran açık bir kapı fark ettim. 


“Ya şimdi ya hiç” diyerek boş kapıya doğru koştum. Ve fark ettirmeden içeri girmeyi başardım. Giriş aşağı doru meylediyordu. Ancak koridor öyle karanlıktı ki duvarlara tutunularak ilerliyordum. Boş koridorun sonunda cılız bir ışık vardı. Derken ardı ardına minik alev kümeleri belirdi.  Anlaşılan bir grubu daha araziye yolluyorlardı. 


Ne yapacağımı planlarken ellerim salt duvardan bir anda boşluğu kavradı. Derhal girip saklandım.  Meşaleli grup koridordan hızla geçip gitmişti. Çıkmadan önce oyuğu elimle yoklayarak küçük bir Nev ateşi yaktım. Yalnızca sahibine ışık veren bir ateşti. Ancak kullanmak Aura yaydığı için riskliydi de. Boşluk olarak düşündüğüm yer bir kapının girişiydi. Dinledim hiç ses yoktu. Açmaya çalıştım kilitliydi. Deri kesemden çıkardığım bir aparatla kapıyı hemen açtım. Ve içeri süzüldüm. Bir oda beklerken önce aşağı sonra yukarı meyleden uzun bir koridorla karşılaştım. Devamlı keskin dönüşlerle, karşıma neyin çıkacağını bilmeden ilerliyordum. Elimde ise Nev ateşim hala yanmaktaydı. Önce aşağı meyleden koridor keskin bir açıyla sola kaydı. Sonra koridor yukarı doğru meyletmeye başlayınca karşıma bu seferde kesin bir sağ dönemeç çıkmıştı. 


O koridoru da aşınca kendimi bir anda 4 kapılı bir salonda buldum. Salonun kendi ışığı vardı. Bende ateşimi söndürüp bir müddet inceleme yaptım. Sonra deri kesemden bu sefer yön pusulasını çıkardım. Hedefim plan ve strateji odalarından birine sızmaktı. Bir müddet bekledikten sonra pusula kalenin iç bölgelerini gösteren bir işaret yaktı. Girmem gereken kapı soldakiydi. Herhal harekete geçtim. Bunun gibi pek çok görev yapsam da bir kaleye ilk kez girmenin verdiği heyecan hissini iliklerime kadar hissediyordum. Ses çıkarmadan koşarken, istemsiz bir gülme arzusu sardı. Bu beni biraz endişelendirdi. 


Bir anda durdum. Ağzım kulaklarıma meylediyordu. İçimde gülme isteği yoktu ama yüzümün gerildiğini ve bağırmanın eşiğine geldiğimi anladım. Ellerimle yüzümü yokladığımda tüm kan çekilmiş ve kaskatı kalmıştım. Bağırmamak için var gücümle direnirken, elimi çantamın ön cebine daldırdım. Küçük şişeye can havliyle sarılırken her yanım titriyor burnuma ise bir takım kokular geliyordu. Yanmış bir demirin is kokan buharı gibi… 


Küçük şişeyi ikinci denememde açabilmiştim. Ağzım açık kaldığı için yanlardan dökülmesin diye ellerimle siper olup tüm şişeyi boşalttım. Bir müddet kendime gelemedim. Zamanın izini yitirmekten korkarken yüzümün gerilmesi ile ellerimin titremesi yavaş yava geçmeye başladı. Kapının neden kilitli olduğunu anlamıştım. Demek ki bu kısım özeldi. 15 dakika olduğunu tahmin ettiğim zaman diliminde bir yandan doğrulmaya bir yandan da boğazımı tutarak yutkunmaya çalışıyordum. Böyle 10 dakika daha sürdü. Nefes nefese oturur vaziyette bekledim. Sonra yavaşça kalktım. Kalbim hala hızla atıyor ayaklarım boşalıyordu. Ancak burada daha fazla oyalanamazdım. 


Duvara tutunarak yavaş yavaş ilerlemeye başladım. Bir yandan da aldığım her nefes ciğerlerimi yakıyordu. Sersemlemiştim. Dizlerime tutunup bir iki dakika daha bekledikten sonra adımlarımı hızlandırdım. Nihayet tamamen kendime geldiğimde kapalı bir kapının ardındaydım. Yine bir salona gelmiştim ama bu sefer dışarıyı görmemi sağlayan pencelereler de vardı. Kalenin epey iç kısımlarına kadar geldiğimi hemen anladım.  


Ancak salondaki tek kapının ardından belli belirsiz seslerin geldiğini duyuyordum. Oda karanlıktı ama pencereden yayılan meşale ışıkları odayı  hafifçe aydınlatmıştı. Bu önümü görmemi sağlasa da görülme tehlikesi de barındırıyordu. Odanın gölgede kalan köşe kışımlarına sinip bekledim. Sesler hala geliyor ama anlayamıyordum. Derken bulunduğum odanın kapısı ardına kadar açıldı. İçeri iki kişi girdi. Tek ellerini sanki ateş tutarmış gibi büzmüşlerdi. Nev ateşi yaptıklarını anladım. Dik ve iyi giyimliydiler. Baştan aşağı askeri forma içindeydiler biri çift, diğeri ise anlaşılmaz bir sembol taşıyordu. Ejderha başı olduğunu düşündüğümün bir kabartma ve ok gibi bir şekil etrafını çevrelemişti. 


Bu sembolü taşıyan adam oldukça sert görünümlüydü. Yüzü bir ölüm maskesini andırsa da ifadesinden bir şeyler çıkarmak güçtü. Karşısındaki adamı pür dikkat dinliyor, yer yer “anladım” gibisinden başını kısaca eğliyor, bazen de “nasıl yani?” der gibi tek kaşını kaldırıyordu. Gölgelerin içinde kendi ateşlerine bakarken görülmem imkansızdı ancak ürpermeden edemedim. 50’li yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bu adamın yaydığı Aura muazzamdı. 


Karşısındaki ise adamın yaydığı ihtişamdan adeta beli bükülmüş gibi her an diz çökmeye hazır bir vaziyette konuşuyordu.


“Görüyorsunuz ya yüksek efendim Ragath, ben bu iş için Belibe’den ziyade Tenkut’u tavsiye etmiştim. Şimdi işi ellerine yüzlerine bulaştırmışlar. Hayır anlayamıyorum. Düşkıran’ı öldürmenin alemi neydi? O yaratık düşman birimine karşı pek ala kullanılabilirdi! Belibe ortalıklarda yok kesin saklandı ve şimdi de bunu ima etmek istemiyorum ama… şey… belkide bir ihanet içinde. Gümüş Kan’ın henüz yeteneğini kullanamadığını biliyoruz.” Burada iki büklüm olan adam iyice eğildi. Alnında terler boncuk boncuk akarken gözleri, dehşetle irileşse de en çok korkuyu taşıyordu gibiydi. Başını kaldırmadan gözleriyle yukarı doğru baktı:


“Acaba efendim… şey.. gümüş… Gümüş Kan’ın kanından almış olabilir mi?” 


Ragaht ise katı bir duvar gibi ne düşündüğünü hiç belli etmiyordu. Aşağı doğru sanki pis bir böceği görmüş gibi alnı hafifçe kırışmıştı. 


Bunu gören diğeri ise inler gibi bir ses çıkardıktan sonra “siz ne dersiniz yüksek efendi? Sizi termin ederim hem Belibe’yi hem de gümüş kan Temir’i bir an önce bulacağız. Her yere adam yolladım. O ormanı didik didik ediyorlar şimdi. Elimizden kaçamaz.” 


“Aynon!” Kalın ve tok bir ses odayı doldurdu. Ragath konuşuyordu. O sesteki tehdidi iliklerime kadar hissetmiştim.  


Şimdi resmen diz çöken asker, her an gelecek bir darbeyi bekler gibiydi. 


Ayaklarımın titremesini önleyemiyordum. Bu o olabilir miydi? İdrak Bekçisi! Yoksa bu dehşet hissini nasıl açıklayabilirdim. Bir komutan gibi duruyordu. Ama hiçbir üst rütbelide böylesi bir Aura sezmemiştim. 


“Bu plan için yıllar feda edildi,” dedi Ragath. “Her bir neferin görevi aylar öncesinden belliydi.”


Sonra sustu. Sessizlik ağırlaştı.


Kara gözlerini Aynon’a kilitleyip fısıltıya yakın bir soğuklukla devam etti:


“Ve şimdi… bana daha başlangıçta çatlaklar açtığını mı söylüyorsun?”


Diz çökmüş bir halde öylece kalakalan Aynon konuşamıyor gibiydi. Sanki tek bir kelime dahi ederse kellesi gidecekmiş gibi boğazını tutuyordu. 


Aynon’un önünde gittikçe büyüyen Ragaht, tüm haşmetiyle dikilirken sanki küçük bir hata bekler gibiydi. 


Diz çöktüğü halde daha da büzülen Aynon’un sesi çıkmıyordu. Ya da belki de konuşamıyordu. Gözleri faltaşı gibi açık, yüzü kıpkırmızı parlıyordu. Kan yüzüne hücum etmişti. Sonra tuttuğu boğazından gargara yapar gibi sesler çıkmaya başladı. 


Odayı bunaltıcı bir hava kaplamıştı. Biraz daha baskılanırsam auramı kaybedebilirdim. Bir şekilde fark edilmeyi de bekliyordum. Ancak ya buna yeteneği yoktu ya da önündeki süklüm püklüm duran adama öyle bir odaklanmıştı ki diğer her şey aklından çıkmıştı. Çünkü Aynon gibi ben de bir darbe bekliyordum. 


Ancak bu aşamada her şey bir anda gelişti. 


Aynon boğuluyordu. Sanki boğazı sıkılıyormuş gibi damar damar bir görüntü oluştu. Bu sessiz bir işkenceydi. Tüm vücudu bir elektrik akımına kapılmış gibi yerde debelenirken Ragaht, tepeden büyük bir nefretle ona bakıyordu.  


Sonra o uğursuz ses yine konuştu: 


“Bu işi sorunsuz bir şekilde hallet! Yoksa ne senin için ne de etrafına topladığın ekibin için bir yarın olmayacak!” 


Fısıltıyla konuşmuştu. Ama ciddiyetini hücrelerime kadar  hissetmiştim. 


“Ayrıca Belibe kaçmadı, hala emrimde. Anlaşılan küçük püzürler onu da bulmuş. Bakalım bana verdiği temini nasıl tutucak?”


Yüzünde zalim bir ifadeyle, bu sefer kadife gibi ince bir ses tonuyla konuşmuştu. 


“Kaleye biri ya da birileri girmeye çalışıyor. Bul ve doğruca bana getir. Bakalım neyim peşindelermiş! Yarın büyük bir bölük Ondiyar’da konuşlandırılacak. Ama elitleri Daren’den sok” 


Bunları da söyledikten sonra geldiğim kapıdan çıktı. Yerde iki büklüm duran Aynon, sanki buna izin verilmiş gibi kesik kesik nefes almaya başladı. Yerde bir müddet beklemek zorunda kalmıştı. Bedeni büyük bir şiddetle seyiriyordu. İki büklüm kalktıktan sonra yüzündeki çaresiz ifade her şeyi anlatır gibiydi. Bir müddet daha bekledi. Sonra kırılgan bir hareketle dik durmaya formasındaki tozları silkeleye başladı. Omuzları iyice çökmüştü. Anlaşılmaz kelimeler mırıldanırken sahte bir özgüvenle belini iyice dikleştirip küçük adımlarda geldikleri kapıdan çıktı. Olabildiğince uzak durmak ister gibi çıkar çıkmaz büyük adımlar atmıştı. Pencereden dışardaki tabloyu izlerken gözlerimin erişeceği her yerde F’deki neferleri andıran güç ve auraları yayan askerleri gördüm. Bunlar elit sınıfı olmalıydı. 


Buradan çıkarsam yakalanman işten bile değildi. Artık ilerlemek riskten başka bir şey değildi. O nedenle önceliğim öğrendiklerimi güvenceye almaktır komutanım. Şimdi size İdrak Bekçisi olduğunu düşündüğüm bu komutanın nasıl göründüğün anlatacağım. 


50’li yaşlarında saçları şakaklarından kırlaşmış, üst kısma doğru siyahlaşıyor. Boyu yaklaşık 180 civarında, kilosu ise tahminimce 90 civarı olmalı. Son derece soğukkanlı ve durağan bir görüntüsü var. Ağır hareket ediyor. Pencerenin yaydığı cılız ışıkla ancak seçilebildiğim yüzünde en belirgin olan şey kalın ve çatık kaşları bıyık yok. Sağ kaşında bir tutam beyazlık var. 


Raporumu burada sonlandırıyorum. Saygılarımla, 


Avcı Birliği Bölüğü'nden Yıldırım….” 


Tarman, inanmaz gözlerle rapora bakmayı sürdürdü. “Demek yarın hareket etmenin nedeni buymuş. Ama tüm bunlar ne zaman öğrenildi? Sahte Allarn’dan haberleri var mıydı?” kafasına bin bir türlü sorular üşüşürken Yıldırım' ın böylesi tehlikeli bir görevde hem de deminki sahneden yakalanmadan çıkması ise daha da düşündürücüydü. 


Başını ağır ağır kaldıran Tarman, baksa da görmüyor gibiydi. 


"Demek savaş çoktan başladı"


(Devamı gelecek...) 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Tenebron

Tenebron - bölüm 2 (Doğu Kapısı)

Tenebron - bölüm 4 (KOZA)