Tenebron - bölüm 4

Ne Temir için beslediği nefret ne de geç kalma hissi bunların hiç biri gerçek değildi. Gerçek olan şey tüm bedenini saran, kurbanının aklını bulandırarak en savunmasız anında saldıran bu yaratıktı. 



Aptallığına yanıyor, belirtileri nasıl olup da anlayamadığı için kendine kızıyordu. Sonra o pullar aklına geldi. İşte cevap buydu. Ama bunları düşünecek de vakit yoktu bir an önce bu yeşil engereğin elinden kurtulmazsa sahiden ölürdü. 

“Ama en azından artık düşmanımı tanıyorum” dedi kendi kendine. Derken yukarılardan bir yerlerden katur kutur sesler duymaya başladı. Bir an için endişelendi. 

Ama hareket edemiyordu. Etmemesi de gerekiyordu. Saldırırsa ölürdü. 

Derken Temir aklına geldi. 

“Akılsız sinek, hareket etme, saldırma” diyecek oldu ama diyaframına bastıran kalın gövde ona seslenmesini zorlaştırıyordu. Ama bir yandan da yaratığın bu çatırdayan seslerden memnun olmadığını hatta öfkelendiğini hissetti. 

“Te..mi.rrr… ahma…k” demeye çalıştı ama cılız bir iniltiden başka bir şey çıkmadı. Boğulduğunu hissediyordu. 

Bir anda kalın gövde azda olsa gevşemişti. Başına kadar uzanan dallar geriye savrulmuş oda yukarı doğru başını çevirebilmişti. Buna karşın  geçen şeyi anca görmüştü. Yıldırım gibi bir şey… mavi, yeşil ve kırmızı renklerinin birbirine karıştığı bir yel… durdurulması imkansız, kaçış net!

Bu Temir’di… Yaratığın elinden kurtulmuştu. “Ama nasıl?” Dedi kendi kendine… bu nasıl olur? 

***

Daimar, Mordet’i tuttuğu sırada göz ucuyla bir hareket yakaladı. Geriye doğru ani bir sıçramayla, dev kolların hedef alanından ok gibi sıçrayarak uzaklaştı. Alnı ter içinde, gözlerinin önünde oluşan korkunç manzaraya bakakaldı.

Dev uzuvların, az önce bulundukları ağacın köklerinden geldiğini gördü. Görünürde bir baş ya da göz yoktu; gövde tamamen sarmaşıklardan oluşuyormuş gibiydi.

Yaratığın büyüklüğü, Daimar’ı bir anlığına şoka uğrattı. Gördüğü şey karşısında bir an dondu. Ama zihninin derinlerinde, çoktan tanımıştı onu. Ne yazık ki… yaratık artık tanıdığı halinden çok daha büyüktü.

Ağına yüzlerce insanı, hayvanı, yaratığı eti ve kanı olan her canlıyı çeken Düşkıran, artık daha heybetli, daha ölümcül ve daha tehditkârdı.

Eymaun ise, sanki ormanın kendisiymiş gibi duran bu devasa yaratığa bakıyor, diğer ikisini nasıl kurtarabileceklerini hesaplamaya çalışıyordu. Ama bu, neredeyse imkânsız görünüyordu.

Bir an için soluna dönen Daimar, Eymaun’u görünce içten bir nefes aldı. Ardından parmağıyla, yaratığın iki kurbanını çekmek için harekete geçtiği bölgeyi işaret etti. Eymaun, ne demek istediğini hemen anladı. Yine de istemsizce, kısık bir sesle “Ama nasıl?” diye sordu, şaşkın gözlerle ona bakarak.

Eymaun’un aksine, neredeyse böğürürcesine konuşan Daimar, “BENİ İZLE!” diye bağırdı.

Her bir dalın ve yaprağın üzerinden o iri cüssesiyle sanki ağırlığı yokmuş gibi ilerleyen Daimar, arkasında Eymaun ile yaratığın hareket ettiği yöne doğru ilerlemeye başladılar. Derken, adeta kozaya dönmüş bir şekilde yerden 4-5 metre kadar yüksekte Temir’in bulunduğu tuza sağa sola doğru yalpa yapmaya, katır kutur sesler çıkarmaya başladı. 

Daimar, daha seslenemeden dallardan ve yapraklardan bir kıskaç gibi birbirinin içine işlemiş bölümün rengi değişmeye, sanki yanıyormuş gibi açılmaya başladı. 

Huzursuzlanan ve öfkeyle korkunç sesler çıkaran yaratığın üzerinden düşme tehlikesi geçiren Daimar ile Eymaun can havliyle ağaçlardan birine tırmanmak zorunda kaldı. 

Temir’in içindeki enerji damarlarında kaynayan sıvı gibi yayılıyordu. Önce kasları titreşti, sonra tüm bedeni ateş gibi ısındı… Isı arttıkça, sarmaşıklardan oluşan koza gevşemeye başladı. O an Temir, tüm enerjisini bacaklarına yönlendirerek havada ileriye doğru ok gibi sıçradı.

Renkler onu sardı; önce kırmızı, sonra mavi ve ardından yeşil… Her biri, bedeniyle birlikte havada dönüyor, bir girdap gibi tuzağı çözüyordu. Temir’e dokunan her lif geri çekiliyor, tuzak kendi içine çöküyordu.

Şaşkınlıkla Temir’in bulunduğu yöne bakan Daimar, Temir’in tuzağı en sonunda parçalayarak yıldırım gibi dışarı çıktığını gördü. Bu görüş, en gönülsüz ve isteksiz olan arkadaşlarını son görüşü oldu. Temir duramıyor gibiydi. Bir mermi gibi ilerlerken birbirine karışmış ağaç, sık çalılık ve kayalardan oluşan kümeleri yararak çıktı. İkisi de Temir’in hız gücünü ve nasıl hareket ettiğini ilk defa bu kadar net görüyordu.

Hem şaşkınlık hem rahatlama karışımı bir hisle yeniden yaratığa dönen Daimar, Mordet’in sarmaşıktan oluşan sık yığının içinde debelendiğini gördü. 

Şimdi Temir’i düşünecek zaman yoktu. Mordet’in yardıma ihtiyacı vardı. “Umarım tanımıştır, böylesi bir yaratıkla karşılaşmamış izci yoktur” diye düşündü. Çünkü onların işi buydu. Sıkıntılı yerleri bilmek ve ona göre bir rota oluşturmak. Ama Mordet, yaratığın inine doğruca girmişti. Bu kafa karıştırıcı ayrıntı, içinde bir kıpırtı oluşturdu, açıklaması zor ama tedirgin edici…

Ama nasıl olsa bunları Mordet kurtulduktan sonra sorardı. Şimdi plan yapmalı ve yaratığı şaşırtmalıydı. Ama nasıl? 

Gövdesinde açılacak her bir kesik, dal görünümlü uzun uzuvlarından oldukça açık renkte, gri-yeşil bir sıvının akmasına neden oluyordu. Bu dallar bir kez kesildiğinde sıvı fışkırarak etrafa savruluyor, temas ettiği her yüzeyde yakıcı etkiler bırakıyordu. Yaratık, kendi sıvısına bulanınca öfkeyle sağa sola savrulmaya başladı ve onu çevreleyen sarmaşık ağı da bu hareketle birlikte hızla büzüşmeye koyuldu. Görünüşe göre bu sıvı, yaratığın kendi dokularına da zarar veriyordu. Doğal olarak yaratığın pençesinde yaşayan hiçbir şey bu temasa uzun süre dayanamazdı. Ya sıvının yakıcı etkisiyle oracıkta can veriyor, ya da sarmaşıkların kasılıp kapanmasıyla ezilerek bir et yığınına dönüşüyordu.

Bu yüzden doğrudan kesmek çözüm değildi. Aksine sıvının yayılmasını tetikliyordu. Etkili bir saldırı için sıcağa ihtiyaç vardı ama bu da Temir’in hızına denk bir sürat gerektiriyordu.

Tüm bu gözlemlerini Eymaun’a anlatan Daimar, bir yandan da öfkeyle sağa sola yalpalayan devasa gövdeyi izliyordu. O an Eymaun’un bakışlarının sabitlendiğini fark etti. Gözleri, belirli bir noktaya kilitlenmişti. Daimar da aynı yöne döndü.

Yaratık, ağaçlardan oluşan kaotik bir selin ortasındaki tek hareketli varlıktı. Yaklaşık yüz metrelik bir alan boyunca devasa kollar ve kıvrımlı sarmaşıklar adeta çırpınıyor, dokunduğu her şeyi parçalayan bir güçle savruluyordu. Temir’in açtığı gedikten oluk oluk akan o ölümcül sıvı, yaratığın ana gövdesine ve bazı kollarına değiyor, temas ettiği her yerde çürüme benzeri bir etki bırakıyordu. Asıl tehlike, sıvının sadece doğrudan değil fışkırarak yayılmasıydı. Ateş hattında olmayan bölgeler bile bu sıçramalardan nasibini alıyor, gerilip büzüşüyordu.
Bu bölgelerden biri de Mordet’in çok yakınındaydı. 

Temir’in saldırısı yaratığın sağ yanındaki yapıyı parçaladı ama Mordet’in sıkıştığı damar henüz çözülmemişti. Üstelik yaratık, aldığı darbeyle içe doğru kasılmaya başlamıştı.

Mordet son bir hamleyle kolunu içinde bulunduğu Koza’dan dışarı çıkarmayı başarsa da tek eli yukarıda yüzü yarı yarıya görünecek şekilde asılı kaldı. Güneşin doğan ilk ışıkları, yarı karanlıkla birleşerek çaresiz adamın yüzünde bir ölüm maskesi yarattı.

Durmadan büzüşen kollar onu daha çok sıkarken gözünde ışıklar çakmaya başladı. Yaşamla ölüm arasında bir yerlerde her şeyin bittiğini hissediyordu. 

Nefesi kesikti, gözleri kımıldayamayan bedenini suçlar gibiydi. Sarmaşıkların arasından sızan ölümcül sıvının sıcaklığı yanmış saç benzeri bir koku yayıyordu. Ne başını çevirebiliyor ne de kımıldayabiliyordu. Sonra bulunduğu kol bir kaç metre yükseğe çıktı ve Koza, ölümün nabzı gibi sabırsız ve kararlı bir ritimle dönmeye başladı. 

Derken Mordet’in bakışları Daimar’ı buldu ve o an, kendi kendine mırıldandığını bilerek de olsa konuştu.

“Bu kez… yaşamak zorundayım”

(Yeni bölümler her çarşamba saat 17.00’de yayımlanıyor)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Tenebron

Tenebron - bölüm 2 (Doğu Kapısı)