KIZIL KÖRLÜK
Sessiz ve inceden inceye gelen derin sesleriyle her bir yanımda adeta büyük, dalgalı, biçimsiz ve heyula gibi cisimler oynaşmaya başladı. Ne olduğunu ya da ne yapmam gerektiğini bilemeden öylece bakıyordum. Baktığım her yerde ise kan kırmızısı duvarlar vardı ve üstüme üstüme geliyordu. Derken ansızın bir odada olduğumu fark ettim.
Dört bir yanıma deli gibi bakınırken odanın son derece pürüzsüz ve cilalı yüzeyinin parlaklığı gözlerimi alıyordu. “Ama bu nasıl olur her yer karanlık!” diye aklımdan geçirdiğim anda, bir an için yalnızca küçük bir an… gözlerimi sımsıkı yumdum.
Bulunduğum yerde ne kıpırdamaya, ne de etrafı incelemeye cesaret edebiliyordum. Sanki sessizliğiyle beni alıp yutacakmış gibiydi. Bu çığırtkan sessizlik, kulaklarımda çınlarken, küçücük bir kapı gıcırtısı duydum. Gözlerimi kapattığım o küçücük anın içinde.
“Gıcıyrrrrr”
En fazla bir buçuk metre boyunda saçları kusursuz bir açıyla küt kesilmiş bir kız çocuğunun hemen önümde durduğunu fark ettim.
Çok acayip bir şeydi. Yalnızca bir an için gözlerimi kapatmıştım. Şimdi ise bir anda puf diye önümde belirivermişti. Çocuk benim yüzümü görebilmek için başını epey yukarı kaldırmıştı. Yüzünde beliren zorlama izlerinden bu kaldırış biçiminden hoşlanmadığını düşündüm. Kaşlarının arası bir an için kırıştı ve hemen sonra normale döndü.
Ama bir sonraki ana beni kimse hazırlayamazdı. O küçük kızdan çıkan o ses… hem ortasından kırılacak narin bir dal gibi sallantılı… hem de en derin korkularımda bile duymayı beklemeyeceğim bir dehşet hissi vardı.
Hem narin hem dehşet hissi!
Bütün bunları bir arada yaşamak, göğsümde sıkışma yapıyordu. Boğuluyordum. Olağanca kuvvetimle duvarlardan birine abanıp çıkma isteği belirse de ben yerimde öylece kalakalmıştım. Bütün bunları zihnim yapıyordu. Bedenim ise sanki yerine mıhlanmış gibi kıpırdayamıyordu. Orada o yankıyla birlikte ne kadar dikildim bilmiyorum. Bir an için bacaklarımın titrediğini ve göz hizamın aşağı doğru meylemesiyle yere yığıldığımı anladım.
Başım soğuk betona olağanca ağırlığıyla çarptı. Bedenim sol yana doğru kaymış, cansız bir halde öylece yatmaya başlamıştım.
Her an ölmeyi beklerken, yine o ince ve dehşet sesin kulağıma fısıldadığını duydum:
“Daha değil, henüz değil. Şimdi biraz uyu. Uyandığında sana çok güzel bir masal anlatacağım” dedi.
Gözlerimden oluk oluk yaşlar gelirken kulaklarımı tırmalamak, o kaygısız ve uğursuz sesin sahibini, tıpkı onun gibi tıpkı o… o şey… ne diyorum böyle!
Sadece gitsin istiyorum o kadar, sadece gitsin ve beni rahat bıraksın!
Yanağımı sıcak bir ıslaklık kaplarken; gözlerim buğulanmaya, akan yaşlardan puslanmaya başlamıştı. Tek istediğim şey hatırlamamaktı. Tek istediğim buydu.
O bir daha konuşmasın!
***
Karanlık bir kuytuda iki büklüm olmuş kendimi yatarken buldum. Ne kadar uyumuştum? Gelen bir esintiyle yüzümde bir soğukluk hissettim. Tam karşımda yarı yarıya açık kalmış bir kapı vardı. Serap mı görüyordum yoksa! İlkbahar bahçesine açılan bir kapı mı? Rengarenk çiçekler öyle yumuşak ve yekpare bir görüntü sergiliyordu ki oranın özlemi içimde doğdu.
Yüzüme vuran ılık bir meltemdi. Hangisi olduğunu çıkaramadığım bir çiçek kokusu alıyordum. Buram buram bir şeyler kokuyordu. Tatlı ve mayhoş bir şeylerin kokusunu çağrıştırıyordu. Kaşlarımı çatmış düşünüyordum ki, yine o ses, bu sefer hemen sağ yanımda bir kaç metre ötemden geldi:
“Bu kokuyu seviyorum. Bana çileği ve meyveli pastayı hatırlatıyor. Sende çilek sever misin?”
Ona cevap vermelimiydim? Ya da yok sayıp, gözlerimi kapatıp bu rüyadan uyanmayı mı beklemeliydim? Ayrıca kıpırdayabilecek miydim? Her yerim ağrıyordu. Her yerime batıp çıkan bir ağrı vardı. Küçük bir iğne ucunun değmesi gibi… bir an titriyor, sonra kendimi koyuveriyordum. Bu böyle beş dakika kadar sürdü.
Sonra büyük bir güçlükle doğruldum. Bir serap gibi hala önümde duran yarı açık kapıdan ilk baharı seyrediyordum. Büyük bir uyuşukluk ve hissizlik vardı. Bu ilk defa oluyordu. Güzel bir duyguydu.
“Bana ne yapacaksın? Cehennemde miyim? Sen tanrı mısın?”
Yavaşça başımı ona döndüm. “Hiç de beklediğim gibi değilsin diyecektim ona” tam ağzımı açacakken onu açık seçik görmüştüm, ilk gördüğüm gibi değildi.
Yüzünde bir gülümseme vardı. Ama gülümseme gibi de değildi. İnci kadar beyazdı. İflah olmaz bir beyazlık! Yanaklarında küçük birer pembelik vardı. Bu aklıma bez bebekleri getirdi. Saçları garip biçimde kesilmişti. İlk kat kakülleriydi, kaş hizasındaydı. Sonraki kat kulaklarında bitiyordu. Bir sonrası kat omzunda ve son kat ise kol dirseklerinde. Cildi ne kadar beyazsa saçları da o kadar siyahtı. Üzerinde siyah puantiyeli kan kırmızı bir elbise vardı, dizlerinde bitiyordu. Beyaz kurdeleli siyah pabuçları, oldukça parlaktı. Yine saçlarında büyük kabarık, kırmızı puantiyeli bir kurdele vardı. Bir tümseğin üzerine oturmuş, elleri yanaklarında beni seyrediyordu.
Gözleri sabit bir noktada sesi ise deminki tesirinden çok uzakta, tek düze bir tonla konuşmaya başladı:
“Beyaz kırmızı ve siyah kapı hikayesini bilir misin? Bu benim en sevdiğim hikaye.
Günlerden bir gün yaşlı ve huysuz bir ihtiyar, evinin balkonunda bir fincan çay içiyormuş. Bir yudum, iki yudum derken çay pek tatlı gelmiş ve bardağın dibinde kalan son yudumu da büyük bir iştahla içmiş. Tam ‘ah ne güzelmiş hanım bir daha koyuver’ diyecekken kendini ansızın ıssız bir arazide bir başına elinde bir bastonla bulmuş. ‘Ne oluyoruz yahu’ diyemeden sanki niyeti de bu ıssız izbede gezmekmiş gibi dolaşmaya başlamış. Ay tepesinde solgun solgun parlarken, gecenin havası ılık bir meltem hissiyle yüzüne vuruyor, o da etrafına aldırmadan yürümeye devam ediyormuş. Derken, bir anda karşısında bir karaltı belirmiş. Oldukça uzun ve arkasından vuran ay ışığıyla bir adam silüeti duruyormuş.
İhtiyar öyle korkmuş ki bir an bacakları titrerken göz ucuyla silüetin küçük küçük hareket ettiğini görmüş. ‘Bu saatte böyle bir yerde duran biri iyi niyetli olamaz! Beni öldürecek’ diyerek ansızın içini korku ve dehşet hissi kaplamış.
Derin derin nefes alıp korkmuyormuş gibi davranmaya çalışan ihtiyar, silüetin bulunduğu o yoldan geçmesi gerekmiş. Sonra büyük bir gayretle kendini toplayıp silüete doğru yürümeye başlamış.
Her bir adımda bacaklarının kontrolünü biraz daha kaybettiğini hisseden ihtiyar, onu yok saymaya kalksa da gözleri ha bire o yöne gidip geliyormuş. Aralarında 150 metre, 100-60-30 metre derken karaltı büyüdükçe büyümüş ve artık bir heyula boyuna ulaşıp kule gibi yükselmiş. Derken gözleri ansızın parlayan karaltı ihtiyara hamle yapmış.
Adam kendini geriye doğru atsa da ancak bir kaç metre gidebilmiş. O heyula adam kendi boyunda, kendi sesinde ve kendi yüzünde biri olup çıkmış.
Adam tam olarak kendine bakıyormuş ve çok gençmiş. Gözleri fal taşı gibi açılan ve her an ölümü bekleyen ihtiyar, neye uğradığını şaşırmış. Sonra meçhul genç, konuşmuş: “Bunu bana neden yaptın? Beni bırakmıyorlar! Senin yüzünden şimdi onu öldürmek zorundayım. Onu öldüreceğim ve bu sırrı sen saklayacaksın. Sakın beni buna karıştırma artık olmaz” ihtiyar, gencin söylediklerini dinlerken her yanını bir ürperti kaplamış.
Yıllar önceki olayı yeniden yaşıyormuş. Aynada kendine söylediklerini dinleyen ihtiyar, kalbini tutmuş. Meğer bu tatlı mı tatlı ihtiyar bir katilmiş. O kendi karısını öldürmüş”
“YETER!!! Yeter sus yalvarırım, benim o ihtiyarla ne alakam olur? Kimsenin karısını öldürmedim. Kimseye bir zararım dokunmadı” yüzüm alev almış gibi yanıyor, kan beynime doğru hücum ediyordu. Bu hikayeyi bilmiyordum. Dinlemek de istemiyordum.
“Ama bu konumuzla yakından ilgili. Ne sanıyorsun! O ihtiyar ıssız bir araziye geldi sense kırmızı bir odaya. Bir düşün bir bak etrafına.” Söyledikleri sanki bir perdenin arkasından geliyormuş gibi aramızda bir engel varmış gibiydi. Kızın sesi peltekleşiyor, artık tatlı bebek konuşmaları gibi çıkıyordu.
Bu bir şey hatırlattı. Bir anı, bir imge… şimdi bunun sırası değildi. Hemen geri ittim. Sonra yine kıza dönerek konuşmaya çalıştım. Ama ona bakmak kalbimi sıkıştırıyordu. Derken kafamın içindi bir imge daha… başımı köpek salladım.
Sonra etrafıma baktım. 30 metre kare ya var ya yoktu. Dikdörtgen bir odanın içindeydim sağ tarafta kırmızı bir kapı, sol tarafta siyah tam önümde ise beyaz bir kapı vardı, yarı açık kalan bahar kapısı… Bunun dışında odada ben ve o vardık. Başka hiç bir şey yoktu. Salt beton ama kıpkırmızı parlıyordu. Yeni cilalanmış gibi… gözlerimi kırpıştırdım.
Derken kız yine konuştu:
“Burada 3 kapı var. Biri yarı açık… o kapıyı tam açabilmen için diğer iki kapıdan birini seçmen gerekir. Açık olan beyaz kapı, yani cennet kapısı.
Kırmızı olan hakikat kapısı, siyah ise hiçlik kapısı.
Bu iki kapıdan birine girip de çıkamazsan orada kalırsın.
Bilinçli bir tercih olarak orada kalmayı da seçebilirsin. Şimdi hangisi?
İnanmaz gözlerle ona bakıyordum. Bu o yaşlı ihtiyarın başına gelen şeyin, bir başka biçimimiydi? Bende mi katildim? Ama niye hatırlamıyorum? Bir yanlışlık olmalıydı. Terbiyeli ve yumuşak olduğunu düşündüğüm bir sesle konuştum:
“Bak, ben kimseyi öldürmedim, kimseye bir zarar vermedim. Yalnızca yolda yürüyordum. Karım Sevde ile meydanda buluşacaktım. O kadar! Bir anda buraya gelmek de nesi?”
“Hala anlamışsın. O ihtiyar kalp krizi geçirdi. Sana ise bir araba çarptı. Öyle şiddetli çarptı ki oracıkta öldün. Şimdi ise hükümden önceki son aşamadasın. Artık bir seçim yapman gerek.”
“Ölmek! Ölme...ölm…ek mi? Ben… öldüm mü?”
Öylece boşluğa bakarak ne kadar durdum bilmiyorum. Ölmek bu muydu? Ne olduğunu bile anlayamamak, yabancı ve tekinsiz bir yere gitmek…
Yüzüme yine o baharın tatlı çiçek kokuları vurdu. Uyuşmuş ve karıncalanan ellerimle yarı açık olan kapıya uzandım. Ama ben elimi uzattığımda kapı sanki 100 metre varmış gibi uzaktan görünmeye başladı. O ferah kokular ise kayboldu.
Kıza bu sefer korkusuzca dönüp sorabilmeyi başardım:
“Sen kimsin?”
“Ben olmuş bir hayatın içinde olmamış bir şeyim. Bir zamanlar vardım. Şimdi ise yalnızca görmek istediklerime görünen ve ne görmek isterlerse onun biçiminde olan bir şeyim.” Öylesine tatlı ve bebek peltekliğiyle konuşuyordu ki, onu kucaklamak, öpmek, yanaklarını okşamak ve onu… öldürmek…
“Görmeyi istediğim figür bu olamaz. Sen benim görmeyi en son isteyeceğim bir bedendesin.”
“Emin misin?”
“Evet bu değil. Ne görmeyi arzuluyorum onu bilmiyorum. Aklımda hiçbir şey yok. Ama bu değil”
Şimdi yüzüme dönen o bakış bir çocuğun değil, çok başka çoktan unutulmuş bir şeyin yansıması gibi geldi.
Yine kızarmıştım. Ona bakmak çok zordu.
“Artık seçimini yap”
“Soruma yanıt vermedin!” dedim kızgınlıkla,
“Ama zaten biliyorsun”
***
Artık zihnimdeki o imge büyümüştü ve bir şeyi anımsamaktan çok izliyor gibiydim.
Elimde beyaz bir yastık vardı. Önümde ise en fazla 5-6 yaşlarında üzerinde kırmızı puantiyeli beyaz geceliğiyle küçük bir kız, derin bir uykudaydı. Benim kızım… Elimde yastık Azrailiydim onun ve başında dikiliyordum. Ellerim titriyordu. Bir an odaya vuran sokak lambası ışığına gözüm kaydı. Sonra yastığı yatağa doğru kaydırdım. Çırpınmaya başladı. Hiç ses çıkaramıyordu. Bir süre debelendikten sonra kımıldamayı kesti. Yastığı baş ucuna koydum. Dönüm yüzüne baktım. Ağzı yarı açık, salyası akmıştı. Gözleri kapalıydı. Kıpırtısız yatıyordu.
***
Kafamın içinde bir uğultu vardı. Ama tüm bu karmaşanın içinde bir ses duydum. Ben onu öldürdüm. Onu ben öldürdüm! Ama… ama… a…ma.. kesin konuşurdu, her şeyi mahvederdi. Çok patavatsız bir kızdı hem! Nerede konuşup nerede susması gerektiğini hiç bilmezdi. Gördüğü şey yüzünden onu uyarsam neye yarardı?
Sesim odada yankı yapıyordu. Kendi sesimi dinliyordum. “Neye yarardı” sonra ansızın gözüm siyah kapıya kaydı. Hiç olmak, bir hiç olup hissiz olmak ah ne güzel olurdu! Bunları düşünmek zorunda kalmamak! Gözlerim yanmaya başladı. Sonra kırmızı kapıyı gördüm. Uzun uzun baktım ona. Hakikat kapısı… yo yoo ölmüşüm artık bir hakikate ne gerek var? Öğrensem hem ne değişecek? Siyah kapı, siyah kapı ve bir hiç olmak!
Kapıya bakmaya devam ettikçe kapı adeta bir siyah duman gibi kıpraşmaya başladı. Kulağıma ansızın bir ses geldi. “Ben bu üdüdüdüğü ötttürrütüyom” Kafamı duvara vurmak istedim, beynimin içinde dolaşan o saçma sapan ses sussun diye. Ama bir an için kafamı kaldırdığımda bu sesin kapının ardından geldiğini işittim. Siyah kapı bana bunu mu verecekti? Hep bu sesi mi dinleyecektim?
Beyaz pantolonum kir, çamur içinde kalmıştı. Nedense zeminin o ilk temiz hali yoktu. Sol paçamda ise bir yırtık vardı. Üzerime giydiğim hırkanın rengi iyice solmuş ve sünmüştü. Çarpmanın etkisiyle mi acaba? Siyah kapı önümde uğursuzca bana fısıldıyor. Artık geri itmenin bir anlamı da yok hem…
Gül, doğduğunda o kadar minik ve pembe bir şeydi ki tutmaya korkuyordum. Evin neşesi olup çıkmıştı. O anlamsız minik konuşma çabaları, insanı daha da çok çoşturuyor, ilk emekleme girişimleri hele… yoruluyor, yatıyor sonra uyanıp tekrar deniyor. O kadar hızlı büyüyordu ki Sevde ile arkasından yetişmeye çalışıyor gibiydik. 3’üncü yaş gününde ona prenses tacı almıştım. Tüm gün onunla evde kurula kurula gezmişti. İşten çıkıp akşam eve gelmeyi iple çekerdim. Çok başka bir şeydi. Başka bir his. Bir gün onunla bir prenses evi bile hazırlamıştık legolardan. Bana “Bi piyensesin düddürüğü olmalı” demişti ne demekse? Gülmüştüm.
Bir gün işten eve gelirken onunla tanıştım. Hayatımın aşkıyla. O bekardı benim ise bir karım ve kızım vardı. İçimde bir suçluluk duygusu olsa da Nergis’i görmek her şeyi unutturuyordu. Bir çocuğum vardı ve ilk başlarda bunu dert etmemişti ama git gide huysuzluk nöbetleri geçirmeye başlaması beni artık yoruyordu.
Bir gün akşam Sevde mesaiye kalmıştı. Gül ile ben ilgileniyor, oyun oynuyorduk. Bir anda çıkıp evime kadar geldi. Neymiş her şeyi itiraf edecekmiş. Artık kavuşmamız gerekmiş. “Aklını mı kaçırdın sen? Gül evde! Hemen git, yarın konuşuyoruz.”
Kapıda bağırmaya başladı. İçeri almazsam komşular gelecek, işin yoksa onlara da bir şeyler anlat. İçerde kavga devam etti.
Bana, “Gitmeyeceğim, buraya gelecek ve onunla konuşacağım artık bu saçma ilişki burada bitecek.” dedi.
Aklım gitti ne yaptığımı bilemeden ona vurmuştum bile, başını komodinin köşesine çarptı. Oluk oluk kan akmaya, kasılıp titremeye başladı. Öylece bakakaldım. Bir müddet başında öylece dikildim. Kendimi anlatabilir miydim? Kim inanırdı? İki elimi başıma götürüp hızla sıktım.
Hemen onu ortadan kaldırmam gerekti. Zaten kimi kimsesi de yoktu, ortadan kaybolduğunu kimse anlamazdı. Derken başımı çevirmemle Gül ile göz göze geldim. Kapıdan başını usulca çıkarmış fal taşı gibi gözlerle manzaraya bakıyordu.
***
Bir sis perdesi gözümden kalktı. Kırmızı odanın içinde kendimi ayakta buldum. Ne zaman kalkmıştım acaba? Ayaklarım ilerlemeye başladı. Bir adım, iki adım, 3 adım… siyah kapı önümde duruyordu. Bir adım kalmıştı içine girmeye arkasından sesler gelmeye devam ediyordu. Karanlık oyuğa bakmaya devam ediyordum. Beni yutacaktı. Kırmızı kapıya bakmak istiyor ama başımı başka bir yöne çeviremiyordum.
Kapı usulca açıldı. İçinden siyah İs’e benzeyen duman ve buhar karışımı bir şey çıkıyordu. Dumanın değdiği yerler de siyahlıklar oluşuyor, ellerim ve kollarım kararıyordu. Beynindeki sesler artık bir çığlığa dönüşürken ben o kara oyuğa bakmaya devam ediyordum. Sonunda bir adım daha attım ve hiçliğin içinde, kara boşluğa doğru düşmeye başladım. Yüzbinlerce kilometre, aylar, yıllar belki de yüzmilyonlar. Bunu artık ben de bilmiyordum.

Yorumlar
Yorum Gönder