Tenebron -Bölüm 9 (ZİHİN KAPAN)

Her yanını kaplayan dallar ve yaprakların içinden debelenerek çıkan Temir, şaşkınlık içinde doğrulmaya çalıştı. Ellerini ve bacaklarını koyu gri renkte yapışkan bir sıvının kapladığını gördü. Hareket etmek istese de sanki eklem yerlerinde bir ağırlık hissi vardı. Tüm vücudu ağır çekimdeymişçesine yavaş hareket ediyordu. Kısa süreli bir şaşkınlık yaratsa da bunun ne olduğunu hemen anladı. Bu “yeltozu” idi. Kasları gevşeten ve hareketleri yavaşlatan bir maddeydi.



Sık ormanda olsalar da küçük bir açıklığın içindeydi. 250-300 metre ileride bir ırmak çağıldıyordu. Her yanında kuş ve binbir yaratığın anlaşılmaz sesleri kafasının içini doldururken ansızın onu yakalayan hasımlarının sesini duydu. Çok yakınında olduklarına işaret ediyordu. Derken bir kadın sesi kulağına geldi:


“Onu yakaladık! Burada…”


Dehşet içinde etrafına bakınan Temir, ağaçların arasından ona doğru yaklaşmakta olan biri sıska, ikisi ağır cüsseli üç kişi gördü. İhtiyatlı görünen iki adamdan biri ona doğru yaklaşarak kaskatı bir sesle konuştu:


“Ani bir hareket yapma! Bizi sana vurmak durumunda bırakma… arkandaki ağacı görüyor musun? Ona doğru yönel ve yüzün bize baksın! Sen Temir Ulkaran’sın değil mi?”


Temir, şaşkınlık ve dehşet içinde ne dedilerse aynen yaptı. Ama onu en çok şaşırtan şey ikinci adının da bilinmesi oldu.


Kekeleyerek: “E… evet…” dedi.


Gözleri fal taşı gibi ne olduğunu anlamaya çalışan Temir, ansızın sordu:


“Siz kimsiniz? Benimle işiniz ne?”


“Sen onu dert etme…” dedi uzun ve iri yapılı adam.


Temir, onun bir Herkül kadar iri ve güçlü olduğunu düşündü. Enerjisi neredeyse yüzüne çarpıyordu.


“Sen bir Valeryon olmalısın! Benimle işin ne?” diyen Temir tekrar sordu:


“Merak etme, her şeyi öğreneceksin ama şimdi konuşma… şimdilik sadece dinle!” dedi bir kadın sesi.


Ve sonunda, iki adamın dev gölgeleri arasından bir yüz belirdi; sıska ama dikkat çekecek kadar atik bir kadına ait bir yüz.


Ellerine ve ayaklarına bulaşan sıvıdan dolayı kayıp duran Temir, bir yandan da kendisinden ne istediklerini anlamaya çalışıyordu. Neden tanınıyordu? Ve gerçekten bütün bu insanlar onun için mi buradaydı? Derken onun bulunduğu alana altı kişinin daha geldiğini gördü. Tepedeki açıklıkta saydığı o on kişi şimdi hep birlikte ona bakıyordu.


“Meldok! Hemen misafirimizi bağla, sonra başına bir şey gelmesini istemeyiz!” diyen buyurgan tok erkek sesi konuşmaya devam etti:


“Bütün sorularına yanıt verilecek ama önce güvenlik! Şu lanet yerden bir çıkalım, ne istersen sorarsın,” dedi adam, sesi tok ve buyurgandı. Ama Temir’in dikkatini sözlerden çok adamın yüzü çekmişti.


Ona “Daaram” diyorlardı. Dağ gibi bir bedene sahipti, adeta bir kale gibi yürüyordu. Ama yüzü…


Yüzü kendi bedenine ait değilmiş gibiydi.


Gülmeye çalıştığında dudakları geç kalıyor, gözleriyle kaşları arasında bir uyumsuzluk oluşuyordu. Mimikleriyse bir kuklanın ipleri gibi gevşek, titrek ve donuktu.


“Bu adam… kendisi değil,” diye düşündü Temir.


Ve sonra… sesi duydu. Kadının sesi.


“Konuşma dedim sana, Daaram,” dedi perde arkasından çıkan ince ama keskin bir ses.


O an her şey yerine oturdu.


Temir, gözlerini aralarındaki en sıska, en az dikkat çeken kişiye çevirdi. Kadın – daha önce sadece çevreden komutlar veren biri sanmıştı onu. Ama artık o fazlasıydı: asıl güç oydu.


Daaram’ın başı kadının sesiyle hafifçe titredi, sonra tekrar sabitlendi.


“Ona ne söylenirse onu yapıyor… Bir zihin bağlaması. Ama bu kadar büyük bir bedeni kontrol etmek…”


Temir’in zihni dönmeye başladı.


Kimdi bu kadın? Kuşkusuz bir Valeryondu. Peki bu çevredekiler neyin nesiydi? Adamları mıydı bunlar?

Yoksa… daha da kötüsü, “adamlar” değiller miydi?


Hiçbir şey demeden ve karşı da gelmeden onu götürmelerine izin verdi. Dikkatini çeken kadının grubun en arkasında yürüdüğü oldu. Sonra ansızın beyninde bir sızı hissetti. Sonra kafasının içinde küçük bir ses yankılandı: “Kaçmayı düşünmüyorum. Zaten Belibe bana her zaman iyi davranır.”


Dehşet içinde sağa sola bakan Temir, kimin konuştuğunu bilemedi. Bu düşünce kendisinin miydi yoksa biri onun zihninde mi konuşuyordu? Derken bir acı hissetti. Baş derisinden ayak parmaklarına kadar. Derken Temir anladı. Kadın onun da zihnini ele geçirmeye çalışıyordu. Ona itaat ederse acı olmayacak ama itaatsizlik ederse canı yanacaktı.


Tüm benliğini iflah olmaz bir öfke kaplayan Temir, o sesle mücadele etmeye başladı. İlk önceleri hatır sayılır bir acı benliğini sararken beli büküldü. Öksürecekmiş gibi iki büklüm oldu. Ama daha çok boğulma tehlikesiydi geçirdiği.


***


Belibe, grubun arkadan ilerlerken Temir’in mücadelesiyle baş etmeye çalışıyordu.


Kendi kendine “Hiç bu kadar dirençlisiyle karşılaşmamıştım” diye düşündü.


“Artık oyun oynamanın zamanı değil!” diyerek ona bir elektrik akımı yolladı. Tüm bedeninde küçük şimşekler çaktırıyor, yere düşen ve debelenen adama bakarak büyük bir keyif alıyordu. Sonra etki git gide azalmaya başladı. Sonra bir ipliğin bıçakla kesilmesi gibi kendini tekmeyle dışarı atılmış halde buldu. Temir zihnini ona kapatmıştı.


Şaşkınlık içinde Temir’in ona cinayet işleyecekmiş gibi çılgınca baktığını gören Belibe, bir adım geriledi. Onun anlık zafiyeti grupta bir dalgalanma yarattı.


Bir an dengesi bozulan Belibe, kendini hemen toparladı. Öfke ve inanmazlıkla Temir’in bakışına aynen karşılık verdi. Sonra sanki büyük bir kırbaç yemiş gibi diğer adamlar Temir’i yerden sertçe kaldırıp hızla kamp alanına götürmeye koyuldu.


Kampa doğru ilerlerken güneşte ufuktan kan kırmızı bir matemle batıyordu. Temir, sırt üstü uzandığı ağ örmesi gibi bir kapanın içinde kımıldamadan yatıyordu. Kolları ve bacakları bedenine yakın pozisyonda sabitlenmişti. Tenine hâlâ sinmiş olan yeltozu, etkisini büyük ölçüde kaybetmişti ama uzuvlarında zaman zaman istemsiz kasılmalar hissediyordu.


Kapanın çevresinde nöbetçiler sessizce duruyor, tam karşısında ise Belibe taş bir kütüğün üzerinde oturuyordu. Onun bakışları Temir’in üzerine kilitlenmişti. Ama o bir şey söylemeden bekliyordu. Sanki kararlaştırılmış bir saatin gerisinde kalınmış gibi…


Hava ağırlaşmıştı. Belibe, sessizliğini korumaya çalışsa da, Temir bu tür gerilimleri okumakta ustaydı.


Usulca konuştu:


“İlginç… Yeltozu etkisini bu kadar çabuk kaybetmezdi. Bunu biliyordunuz. O yüzden başka bir kapan yaptınız.”


Belibe cevap vermedi. Yalnızca dudakları hafifçe kıpırdadı. Temir devam etti:


“Hmm birinin mi gelmesi gerekiyor?” Etrafına tiyatral bir havayla baktı. “Ama kimse gelmiyor, değil mi?”


Belibe başını çevirmedi. Yalnızca gözleri kısıldı.


“Bu ormanın içinde Valeryonlar var. Ve inan bana, onlarla karşı karşıya gelmek istemezsin. Hatta şimdi beni arıyorlardır. Beni böylesine bağlı ve hareketsiz bulduklarında sana ne olur? Ha!”


Temir pis pis güldü.


“Sonuçta kadınsın, o iri azman adamlara karşı ne etkin olabilir? Baksana, benim canımı bile bir iki dakikadan fazla yakamadın.”


En sonunda öfke ve hiddetle ona karşılık veren Belibe bağırdı:


“Baksana çevrene… bir bak! Dokuz adam var burada, hepsi de benim emrimde! Bana işler mi sanıyorsun o sümsük yol arkadaşlarının bıçakları…”


Sonra gülme sırası Belibe’ye gelmişti.


“Hem üç yol arkadaşımı… hıh evet… üçü de sana bağlı, seni önemsiyor değil mi? Öyleyse neredeler?” Sesi iyice kısılmıştı.


Temir, “Ne demeye çalışıyorsun?” diye sordu.


Kadın gülerek arkasını döndü.


Belibe’nin kahkahası ormanın nemli havasında cılız bir yankı gibi dağıldı. Ardından bir sessizlik oldu. Ne nöbetçiler kımıldadı, ne kuşlar öttü. Sadece Belibe’nin arkasını dönmesiyle, sırtına düşen titrek bir kararsızlık hissediliyordu.


Temir, göz kapaklarını yarıya kadar indirdi. Kadının söylediği her kelimeyi zihninde geri sardı.


“Ben sayı vermedim! O ise üç yol arkadaşı diyor.”


Küçük parçalar, gözle görülemeyecek incelikteki bir kırık hattı gibi birleşmeye başlamıştı.


Yavaşça konuştu. Sesi yumuşaktı ama içindeki sarkastik kıvılcım barizdi:


“Biliyor musun, Belibe… bazı insanlar çok konuşarak açık verir. Ama sen… Sen az konuşarak yakalanıyorsun. Ne de olsa ben iyi biriyim. Küçük dil sürçmeleri yüzünden birinin başını yakmak bana göre değil.”


Temir, öyle dikkatle bakıyordu ki sanki bakışlarıyla onu konuşturabilecekmiş gibi. Bir şeyler dönüyor ama bilgileri cımbızlamak zorunda kalıyormuş gibi hissediyordu.


Belibe derken ağır ağır yüzünü Temir’e dönerek kahkahayla yanıt verdi.


“Dert etmene gerek yok Temir, içinde ya da dışında ne fark eder? Yol arkadaşların da ya da başka bir ifadeyle iki yol arkadaşın bir diğerine emanet.” Dudakları kıvrıldı, gözleri deli gibi bakıyordu.


“Ne de olsa teslim zamanı geldi. Bu saatten sonra fark eder mi?”


Kadın elini karanlık ağaçlığa doğru uzattı. Temir o yöne baktığında ise kalbi sıkıştı.


Lamba gibi bir çift göz… ama gözlerin altında bir şey daha vardı; taş gibi hareketsiz ama yaşadığına şüphe bırakmayan bir karanlık titreşim.


“Senin için geliyorlar…”


(Bölümler her çarşamba saat 17.00’de yayımlanıyor)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Tenebron

Tenebron - bölüm 2 (Doğu Kapısı)

Tenebron - bölüm 4 (KOZA)