Tenebron - Bölüm 8
Temir, dallarla sarmaşıkların oluşturduğu ağı bir hız patlamasıyla parçalayarak kurtuldu. Yüzünde ve ellerinde derin bir sızı hissediyordu ama geriye bakacak vakti yoktu. Nereye gittiğini bile düşünmeden bir mermi gibi fırlayıp ilerledi. Sonunda durmayı başardığında önünde azgın akan bir nehir gördü. Suyun debisi o kadar yüksekti ki, hızla koşsa bile bu nehirden geçerken kesinlikle batacağını düşündü.
Nefes nefese bir ağacın gövdesine tutunmayı başaran Temir, etrafına baktığında göğsüne kadar uzanan sazlıkların yanında, fazla su almaktan çürümeye yüz tutmuş ve yer yer dalları nehrin içine kadar sokulmuş bir ağaç deryası gördü. Bulunduğu alan balta girmemiş bir orman gibiydi; etrafını yeşil bir deniz gibi kuşatmıştı. Yalnızca geçtiği yerde hızının açtığı bir gedik kalmıştı. En azından hangi yönden geldiğini belli eden bir iz…
Ağaçlara düşmanca bir bakış attı ve tuttuğu gövdeden ellerini hızla çekti. Ne kadar uzaklaştığını anlamaya çalıştı ama ne hesap yapmaya zamanı vardı ne de bekleyecek cesareti. Son anda Daimar’ın sesini hatırladı. Mordet’e sesleniyordu. Bu, Mordet’in canavara yakalandığı anlamına geliyordu.
Çaresizce etrafına bakınan Temir, bir an dizlerinin üzerine çöktü. Her an bir ağacın ona saldıracağı hissini üzerinden atamıyordu. Derin birkaç nefes aldıktan sonra çevresini yeniden süzdü. Artık güneş neredeyse tam tepeye gelmişti. Sık orman güneş ışığını engellerken, nehrin üzerinden yansıyan ışık suya vuruyordu. Bir taraf loşluk içinde kötü kokular salarken, diğer yanda azgın suyun üzerinde güneşin bir görünüp bir kaybolan yakamozu seçiliyordu.
“Evet önce sakin olmalıyım. Ama ne yapacağımı bilmiyorum. Kaçtığım yöne oraya geri gitmek mi?” Kendi kendine bir şeyin savaşını verir gibiydi. Yürüyüp gitmemek için önündeki küçük bir ot öbeğini kavradı. Dizleri üstünde durumunu yeniden gözden geçirmek istiyordu. Ama gitmesi gerektiğini de biliyordu. Çaresiz bakışlarla sağa mı sola mı arkaya mı ama öne değil…
“Hayır oraya gitmiyorum.” sanki bu emirle kendine hakim olabileceğini düşünür gibiydi.
Gözünün önüne bir an Tarmon komutanı getiren Temir böyle bir durumda ilk yapılması gerekenin arkadaşlarını kurtarmak olduğunu biliyordu. Derken Tarmon’un keskin sesi kafasının içinde yankılandı:
“Savaşmak! İnsan ya da bir yaratık ya da ona benzer bir şeyin canını almak. Hiç bir zaman bir Fecrin Teni’nin tercihi olmadı. Ama bu görevde de senden istediğim şey savaşman değil! Ama ola ki güç bir durumda kaldın… o halde yapman gereken tek bir şey var! O da arkanda bıraktığın kimse yoksa geri dönmen olur.”
“Arkamda 3 adam var… ar-kam-da üç adam var!” sesli bir şekilde kendi kendine konuşmaya başlayan Temir, bir an kendini çok güçsüz ve çaresiz hissetti. Birinin ona ne yapmasını söylemesini diler gibiydi. Ama bulundu açıklıkta da ondan başka kimse yok gibiydi.
“Çoktan ölmüşlerdir. En azından Mordet kesin ölmüştür” küçük hain ses kafasının içinde konuşmaya devam ederken onun Temir’e yani kendine ne kadar kötü davrandığını sanki bir böcek kadar değersizmiş gibi hissettirdiğini hatırladı.
“Hakketti!” Dedi kendi kendine ama yüzü düştü. İçi içini yemeye devam ediyordu. Şimdi buradan gitse…Hiç bilmediği ve kalmayı da düşünmediği onca kasaba ve köy… kaçsa ne olurdu yani…
Kendi kendine sessiz bir savaşın mücadelesini verirken, ansızın bir çıtırdı duydu Temir. Dehşetle yerinden sıçradı ve kalbi deli gibi çarparken gözlerini sesin geldiği yöne dikti. Hiç kıpırdamadan bekledi.
Bir süre sonra, yaprakların arasından mırıltılar gelmeye başladı. Önce fısıltıydı, sonra ayak sesleri eklenince bu kez daha net işitti.
“Burada bir iz var.”
Kısık ama kararlı bir erkek sesi.
“Halatı sıkıca bağla. Saymayı bırakma!”
Bir başkası, genç bir kadın sesi:
“Saymayı bırakırsa yine kayboluruz. Kaç kere söyledim!”
Bir başkası, daha öfkeli bir tonla:
“Kesin o taraftan gelmiş olmalı. Şu açıklığı görüyor musun?”
Temir, nefesini tutarak sürünerek biraz daha yaklaştı. Aralarındaki mesafe belki elli metre kalmıştı. Dev bir söğüt ağacının altında en az 10 kişi saydı. Adam uzun boyluydu ve adeta trolleri andıran yapısı vardı. Omzunda kalın bir pelerin taşıyan o adam başlarındaydı. Yanındakilere sürekli emir veriyordu.
“Sesi nerede duydunuz? Kaç adım ötede?”
Kadın, sesi titreyerek cevapladı:
“Yirmi adım… belki biraz daha fazla. Tam emin değilim.”
Temir, yere kapanmış halde kalbinin atışını bastırmaya çalıştı. İçinden bir ses kaçmasını söylüyordu ama gözleri söğütün altındaki adamlardan ayrılmıyordu.
Başlarındaki adam öne eğildi. Sesi bir an Temir’in kulaklarına kadar net ulaştı:
“Emin olun, buradan bir şey geçmiş! Kim ya da ne olduğunu öğrenmeden dönmeyeceğiz.”
O an Temir’in aklından bir düşünce geçti: Beni mi arıyorlar? Yoksa başka birini mi?
Gözlerini sıkıca yumdu. Bir an için Tarmon’un sesini hayal etti: Geri dönmeden önce arkanı kontrol et!
Ama şimdi hangi tarafın “arka” olduğunu bilmiyordu.
İlerlemeye cesaret edemiyordu. Ama konuşanlar ona cesaret vermiyordu. Aklından bir an için yardım istemek geçti. Ama bu fikri çabucak kovdu. Bu gizli bir görevdi! Üstelik belki de artık her şeyi bilen tek kişi oydu. Bu düşünce onu daha da rahatsız edince başını hızla iki yana salladı. Bir çocuk gibi, olduğu yerde kalakalan adamın zihni hâlâ savaşıyordu.
“Belki de kurtulmuşlardır. Ne Daimar ne de Eymaun, ilk rüzgârda savrulacak adamlara hiç benzemiyordu. Özellikle Daimar…”
İçinde, anlamlandıramadığı bir sevinç hisseden Temir, davetsiz misafirlerin dikkatini çekmeden bir ağacın arkasında usulca doğruldu.
Konuşan ve gittikçe ona doğru yaklaşanlara son bir kez daha baktıktan sonra, geldiği yönü gösteren yarığa doğru harekete geçti. Tam bir hız patlaması sonrasında yeniden onlara dönecekti.
İleri atılan Temir, daha bir kaç saniye geçmişti ki yüzünün, ellerinin bir sıvıyla kaplandığını fark etti. Sonra bir anda dengesini kaybederek son hızla dev bir ağacın gövdesine çarptı.
Sersemlemiş bir vaziyette ne olduğunu anlamaya çalışırken, kulağına zaferle haykıran bir kadının sesi ilişti:
“Elimizde… onu yakaladık!”
Yorumlar
Yorum Gönder