Tenebron - Kısım 6

Koridorda duyulan ayak seslerinin nedeni, Allarn’ın kapıyı açmasıyla birlikte anlaşıldı. Karşısında Valeryon’dan oluşan 10 kişilik bir bölük, sert ve acımasız gözlerle kapıda dikiliyordu.



Büyük bir öfke ve inanmazlıkla Tarmon’a dönen Allarn, kekeleyerek:


— “Bu… bu… bu da ne demek oluyor?” diye sordu.


Tarmon, “Bu zarf geleli dört saat oldu. Ben de merak ettim. Tim’in içinde bir hain varsa, Garnizon’da da yok mudur diye… Bu yüzden ilk işim merkezle irtibata geçip sözde görev hakkında bilgi almak oldu. Ve bil bakalım ne dediler?


Ne böyle bir görevden haberdarlardı, ne de bölgeye ilişkin başka bir amaçları vardı. Garnizon’un tek görevinin, köy ve kasabaların güvenliğini sağlamak, Hashöyük arazisinden gelebilecek tehlikelere karşı teyakkuzda olmak ve Valeryon birliklerini belirlenen görevlere göndermek olduğunu söylediler. Ne gizli bir görev vardı ne de böyle bir emir verilmişti. Ben de Albay Allarn’ın bu görevle doğrudan ilgilendiğini belirttiğimde önce bir sessizlik oldu… Sonra oldukça şaşırtıcı bir yanıt aldım, Albayım.” (Bu kelimeyi özellikle vurguladı.)


Merkez, Komutan Allarn’dan haber alınamadığını, üst komutadan ayrılmış ya da başka bir nedenle ortalıklarda olmadığını bildiriyordu. Ben durumu aktarınca inceleme başlattılar.


Koku izcilerinin çalışması sonucu, Komutan Allarn’ın cesedi evinden çok uzak bir noktada, toprağa gömülmüş şekilde bulundu.


Sizse Komutan Allarn’a tıpatıp benziyorsunuz. Bu da sizin bir Valeryon olduğunuzu gösteriyor.


Valeryon bölüğü Allarn’ın üzerine doğru, tehditkâr bir şekilde ilerlemeye başladı. Askerler yaklaştıkça geri adım atan Allarn’ın, kusursuz ve soğukkanlı ifadesi yerine dehşete bıraktı. Şakaklarına vuran korku, Tarmon konuştukça gözle görünür hale geliyordu. Gözlerini sadece üzerine gelen Valeryonlara dikmişti. Tehlike çanları kafasında çalarken, Tarmon’un sesi tekrar duyuldu:


— Buraya geliyorlar…


Allarn, büyük bir çabayla sırtını Valeryonlara döndü ve Tarmon’un karşısında durdu.


Konuşmak istiyordu ama ağzından kelimeler dökülmek istemiyor gibiydi.


Komutan Tarmon, “Şimdi asıl meseleye gelelim. Merkezden gelenler seni sorgulayacak. Ama istersen işleri zorlaştırmadan başlayalım. Neler olduğunu ve neden böyle bir görevle buraya geldiğini anlat. Dört askeri hainle birlikte neden göreve yolladın? Gerçek Allarn’ı neden öldürdün ya da öldürdünüz? Açıkla! Çünkü (başını hafifçe çevirerek içeri giren birlikten ince, uzun boylu, kara gözlü Valeryon’u gösterdi) Kelebir ile baş başa kalmak istemezsin!” dedi.


Kelebir, buz gibi bakışlarını sahte Allarn’a kilitlediğinde, Allarn yutkundu.


Tarmon derin bir iç çekti. Sonra sakin, tekdüze bir sesle sordu. Sesi kısıktı ama oda o kadar sessizdi ki Allarn’a her cümle top atışı gibi geliyordu:


— Gerçek görüntünü göster… ve adını da.


Allarn, Kelebir’in gölgesinde geri çekilerek sırtını duvara yasladı. Gözleri pencerede, kapıda, masa üstündeki eşyalarda geziniyordu. Belki kaçmak, belki savunma pozisyonu almak istiyordu. Ama Kelebir’in o soğuk, ifadesiz bakışları altında ölümün ağırlığı çökmüştü üzerine. Tam o anda, onu bu göreve yollayan Komutan Teodor’un sözleri aklına geldi:


“Verdiğimiz her görevi layıkıyla yerine getirdin. Bu da şimdiki görev için hazır olduğun anlamına geliyor.”


Teodor’un sözleri zihninde bir girdap gibi dönüp dururken, böylesi bir duruma düşmenin mümkün olmadığını, olursa da haberlerinin olacağını söylemişlerdi. Oysa şimdi, fare gibi kapana kısılmıştı. Tarmon, sahte Albay’ın bilgisi dışında hareket etmişti. Merkezden bu duruma dair hiçbir rapor gelmemişti. Öyleyse… onu kaderine mi terk etmişlerdi?


Kafasının içi bu düşüncelerle uğuldarken, Kelebir bir adım öne çıktı. Sessizliği, botlarının taş zeminde çıkardığı sert ses bozdu.


Tarmon, Allarn’ın gözlerine bakmayı sürdürdü:


— Konuş. Şimdi değilse, başka bir zaman olmayacak!


Köşeye sıkışan adam dudaklarını yaladı. Ardından görüntüsü, durgun bir suya atılan taş gibi dalgalanmaya başladı. Tüm vücudu değişiyordu.


Allarn ile aynı boydaydı. Ancak yüzü değişmişti. Kumraldı. Saçları çenesine kadar uzanıyordu, bir asker için fazla uzun. Çene hattı daha belirgindi, bakışlarıysa bir şahini andırıyordu. Uyanık, tetikte bir hali vardı. Ve sonra ağzını açtı:


— “Adım Encad.”


Tarmon’un yüzünde düşünceli bir ifade belirdi. Gördüğü şey karşısında ne şaşırdı ne de geri adım attı. Altından kim çıkarsa çıksın, bir yüzleşme olacağını biliyordu. Yine de… karşısındaki adamın gözleri o kadar soğuk ve dikkatliydi ki, bu türden biriyle ilk kez karşılaşıyor gibiydi. Ne de olsa burası ücra bir bölgeydi. 


“Şekil değiştirenler!” Dedi yine kendi kendine… 


Bir söylentiye göre, bir zamanlar bir komutan kendi birliğinde onları tanıyamadan yıllarca savaşa sokmuştu. Dillerini değiştirirlerdi, bedenlerini eğitir, seslerini taklit ederlerdi. Bir izciyi taklit etmeleri zor değildi — özellikle de dikkat dağınıksa.


Ama nadirdiler. Çok nadir!


Tıpkı Fecrin Teni’lerin içinden çıkan Gümüş Kan gibi.

Tarmon bir keresinde bir Fecrin’in, göz açıp kapayıncaya dek bir yamaçtan fırlayıp düşman mevzisini paramparça ettiğini anlatan bir askerle konuşmuştu. Ama o asker, sonra elleri titreyerek şunu da söylemişti:


“Komutanım, o bir Gümüş Kan’dı. Diğerleri hızlıydı, ama o… o zamanın kendisini esnetiyordu sanki.”


Bir başkasının gözlemi… efsane mi, gerçek mi ayırt etmek zordu.

Ama Encad — şimdi karşısında duran bu adam — başka bir efsanenin içinden çıkmış gibiydi.


Dünyada, güçle doğanlar her zaman azdı.


Bazı insanlar çocuklarına miras bırakırdı bu yeteneği. Bazılarıysa hiç kimsenin soyunda görülmeyen bir şekilde aniden ortaya çıkıverirdi.


Valeryonlar, bir halkın içinden çıkan küçük yıldız kümeleri gibiydi. Sıradandılar, sıradışılaşana kadar.


Ama bazen, yüzyılda bir… sanki toprak daha farklı nefes alır, gökyüzü daha ağır bakardı. O yıl doğan bebeklerin gözlerinde garip bir parıltı olurdu. Kimi doğar doğmaz toprağı titretir, kimi ağlarken tüm kasabayı duyar hale getirirdi.


İnsanlar buna “döngünün kırıldığı zaman” derdi. O dönemlerde Valeryon sayısı birkaç kişiden binlere çıkardı. Ve her bir Valeryon, binlerce cephe demekti.


Tarmon, yaşlı bir seyyahın söylediği şu sözü hatırladı:


“O zamanlarda ülkeler harita bile tutmaz. Çünkü her gün başka bir sınır vardı.”


Bir iç çekişle gözlerini Encad’dan ayırdı.


“Döngü yine mi kırılıyor acaba?” 


Kendi kendine sordu bu soruyu. Ama cevabını bilecek biri varsa onu da ancak bir İdrak Bekçisi biliyor olurdu. 


Tarmon’un aklına takılan soru ise bu ücra köşede bu ücra Garnizonda ne aradıkları oldu. Ve yüzüne yeniden Encad’a dönerek sordu: 


— Şimdi anlat!


(Yeni bölümler her çarşamba saat 17.00’de yayımlanıyor)


Yorumlar

  1. Çatışmalı ve heyecanlı ilerliyor keşke yeni bölümler daha kısa sürede yayınlanda bir hafta çok uzun

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Tenebron

Tenebron - bölüm 2 (Doğu Kapısı)

Tenebron - bölüm 4