Tuhaf Bastonlu Adam

Ayın gümüş ışıkları çıplak tepelere vururken ölüm sessizliği içinde olan araziye ansızın bir gölge düştü. İlk bakışta ilerlemiyormuş gibi duran gölge yakından bakıldığında usul usul adımların izleri ancak duyulabiliyordu. 

Ağır adımlarla ilerleyen adamın yüzüne ayın solgun ışığı vurdu. İlk bakışta üzerinde uzun yıllar önce orta gelirli hanelere terzilik yapmış bir adamın eski ama bakımlı bir ceketi duruyordu. Ancak üzerine bulaşmış kir, pas ve çamur izleri eski ama bakımlı duran cekete pespaye bir hava katıyordu. Ceketin dirseklerinde ise o zamana uygun ekose yama dikilmişti. 

Hafif kamburu çıkmış, ayın tam başının üzerinde duran silüeti bir katili anımsatsa da o sadece yaşlı ve yorgun bir adamdı. 

Yüzü kırışıklar içinde kalmış, bu kırışıklıklar alnında ve dudak kenarlarında birikmişti. Kaşlarını çatmaktan oluşan huysuz, öfkeli halleri alnındaki kırışıklıkları daha da belirgin hale getirmiş ancak göz çevresinde oluşan çizgilerse onun bir zamanlar güldüğüne işaret ediyordu.

Burnu uzun ve büyük, kaşları kalındı. dudakları ise aşağı doğru eğim göstermiş hem huysuzluk izleri bırakmış hem de yaşlılık ona somurtkan bir ifade kazandırmıştı. Elinde tuttuğu bastonunun da ise yalnızca dip kısmından yukarı doğru 20 santim kadar oyma işleme vardı. Tuhaf bir bastondu. 

Ay ışığı altında düz bir yol tutturmuş evine doğru giderken, aniden yalpalayarak duran adam dengesini bir an için kaybetse de hemen kendini toparladı. 
Yolunun üzerinde bir adam görüyordu. Ayın yansıması adamı belirginleştirse de yine de bir karaltı içinde kalmıştı. Yolunun tam üstünde durmuş bu silüetle arasında 150 metre ya var ya yoktu. 

Kalp atışlarının hızlandığını, dermansız ayaklarının ise titrediğini fark eden adam. Kendini toparlamaya çalışsa da heykel gibi duran silüette hiç hareket yoktu. Yürümüyor, soluk alıp vermiyor, sallanmıyor, başı oynamıyordu. Tek yaptığı şey öylece dikilmekti. 'Gecenin bu vaktinde burada öylece dikilen biri iyi niyetli olamaz!' diye aklından geçiren yaşlı kahramanımız bir müddet durup bekledi. 

Daha sonra kararsız adımlarla yolunda ilerlemeye ve korkmuyormuş gibi davranmaya çalıştı. Adımlarını sıklaştırdı. Aralarında 20 metre kalana kadar ilerlemeye devam etti. Ancak hala kıpırdamayan adam onu kadar çok korkuttu ki artık ayakları kendiliğinden yürümeyi kesti. 

Yakınlaştıkça adamın ona tanıdık gelmeye başladığını fark eden ihtiyar, bir an için dehşet içinde ona baktı. Bu gördüğü kişi kendisiydi. Gözlerini iyice ovdu, bir yumruk halinde duran ellerini yüzünden çekince adamın ses çıkarmadan dibine kadar geldiğini hatta burun buruna olduklarını kavradı. 

Arkaya doğru sıçrayan ihtiyar gittikçe geri geri adım atıyordu. Bunun nasıl olabileceğini anlayamıyor ama karşısındakinin kesinlikle kendi gençliği olduğunu biliyordu. En fazla 20’li yaşların sonlarında saç rengiyse geceyle bütünleşik duruyordu. 

Bir anda neden bu ıssız arazide bir başına dolandığını anlayamadı. En son hatırladığı evinin balkonunda bir fincan çay içtiğiydi. 

Elleri ve kolları istemsiz olarak seğirmeye başladı. Hareketsiz ve adeta ölü gibi görünen ancak ayakta tüm haşmetiyle gölgeli bir tehlike olarak dikilen adam, sanki öne eğik başını kaldırdı gibi geldi yaşlı adama. Ve anında hiç beklenmedik bir anda hızlı hızlı yürümeye başlayan hayaletin üzerine son hızla geldiğini gördü. 

***

Uzunluğu en fazla bir metreyi bulan ve gecenin karanlığında dahi koyulaşsa da yeşilini kaybetmeyen çalılılıklar gözüne bir başka güzel görünüyordu. Çatallanmış ve her bir damarın açıkça seçildiği ellerine bakınca boş bir elden ziyade hayal kırıklığı ve hazin bir hayatmış gibi görünen kendi yaşamıydı. Ne yapacağını bilmez bir vaziyette öylece duruyordu genç adam. Üzerinde gecenin karanlığında belli olmasa da koyu kahverengi bir takım elbise vardı. Ama ceketi yoktu. Onun nerede olduğunu ya da nerede unuttuğunu o da bilmiyordu, belki Şirince’nin yanında unuttu belki de öyle hışımla kalktığı için ofiste. 

Doğrusu bunu da umursamıyordu. Hava serin olsa da sanki biraz daha soğuk olmasına ihtiyacı varmış gibiydi. Zira soğuk, bembeyaz kesmiş yüzünün alev alan kısımlarını söndürürdü belki. 

Yapılı bir adam olsa da başına gelenlerden sonra iki büklüm kalmıştı.  Kendini adeta 90 yaşındaymışçasına yaşlı hisseden esrarengiz misafirimiz, önündeki tuhaf bastonlu adamı hiç fark etmemişti. 

O kendi hayallerinde ve kendi sorunlarıyla o kadar meşguldu ki bir zamanlar yalnızca 2 kere geldiği bu kıtlığa neden geldiği sorulsa bilmeyecek durumdaydı. Kaybolmuşlukla kendini bu uçsuz bucaksız merada yarım mil ilerdeki dereye atsa anca boğulurken ölmekte olduğunu hissederdi. 

Oysa çoktan ölmüştü. Yaşadığı şey bir aşk acısı değildi, ya da bir aile faciası ya da bir iş kazası. Yaşadığı şey benliğinin öldüğü hissiydi. 

Kendini kendi benliğinden ayrı ve başka biriymiş gibi hissediyordu. Neden hala varlığının devam ettiğini anlayamıyordu. 

Sanki her şey yüzüne bir anda çakmış, ne yaptığının farkına varamamış gibi… 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Tenebron

Tenebron - bölüm 2 (Doğu Kapısı)

Tenebron - bölüm 4